ALLAHU “EKBER”

ALLAHU “EKBER”

Girdiğimiz “Yeni Çağ”, eşsiz muhteşem insan Muhammed (aleyhisselâm)’ın uyarılarından birinde yer alan bir gerçeğin, günümüz bilim dünyası tarafından keşfinin yaşanma sürecidir! Risâlet Nuru’nun, yeniden, bir sürü insan tarafından değilse de, düşünme kapasitesine sahip bilinçlerce değerlendirilmesi sürecinin başlamasıdır…

Üzerinde yaşadığınız mekân, bu bildiğiniz Dünya olmayıp da, örneğin, DNA zincirini oluşturan moleküllerden birinde yer alan sayısız atomlardan biri olsaydı… Acaba, uzayınız ve evreniniz neresi olacaktı, bunu hiç düşündünüz mü?

Bilim, bazı gerçekleri farkederken, acaba bir algılama hatası oluşturacak şekilde de, düşüncelerimize yön veriyor mu?

Bu son bölümde size bunu anlatmaya çalışacağım…

Ayrıca, KURÂN-ı Kerîm isimli bilgi kaynağını anlamada çok önemli bir kod çözücü anlayışı açıklamaya çalışacağım.

Bahsettiğim YENİÇAĞ, “EKBER”iyetin ne olduğunun farkedilmesi çağıdır!.

İnsanların, hayallerinde yaratılmış “tanrı kavramının” boş bir zan olduğunun kavranılması…

Tanrıbilimci (ilâhiyatçı) ve dinadamlarının halkı şartlandırdığı şekilde, yukarıda, gökte, yanına gidilecek ya da belirli zamanlarda huzuruna çıkılacak bir tanrının var olmayıp…

Yalnızca, “EKBER” olan ve “ALLAH” adıyla işâret edilenin söz konusu olduğu gerçeğinin farkedilme çağıdır bu yeni çağ!.

Bilim, aklı başında insanlara bu realitenin yolunu açmaktadır.

Deccaliyet, insanları, ötelerde bir tanrı, anlayışına sürüklerken her türlü yayınla… (Deccal’ın, insanlarda yerleşmiş tanrı kavramı sonrasında, kendisinin bir tanrı olduğunu iddia ederek, insanların kendisine kulluk etmelerini istemesi öncesi).

Çağlar üstü evrensel insan ve sonsuzluğun muhteşem “RUH”u olarak açığa çıkan Nuru Muhammedî, asırlar öncesinden, insanları “Ekber” olan “Allah” ismiyle işaret edilene, “B” sırrı kapsamında iman etmeye davet ediyor; bunu anlamadan kendisini tasdik edenleri de şöyle uyarıyordu:

“Ey İMAN EDENLER, iman edin “ALLAH”a “B” sırrı kapsamıyla”! (Nisâ-136)

“İnsanlardan bir kısmı, Allaha ve gelecekteki yaşamımıza iman etik, derler ama, ‘B’ nin işaret ettiği anlamın bilincinde olarak iman etmemişlerdir”. (2-8)

(Konunun detayı “AKIL VE İMAN” isimli kitabımın “Nefsin Hakikatine İman” bahsinde mevcuttur.)

Şimdi, önce “RUH” konusundaki yetersiz bir yoruma dayalı olarak sürdürülen yanlış bir yönlendirmeyi düzeltip; sonra da “ben Hakk’ım” anlayışının nasıl oluştuğundan kısaca söz etmek istiyorum. Ondan sonra da ana konumuz “EKBER”iyet gerçeğine gelecek sıra.

Hani, Bektaşî’ye sormuşlar, “niye namaz kılmazsın”, diye de; cevap vermiş, “duydum ki “namaza yaklaşmayın” yazıyormuş Kurân’da”!.. “Baba” demişler, “o âyetin başında “sarhoşken” kelimesi var”… “İmanım benim o kadar okumam yoktur; ilmim bu kadardır, onu uygularım”!!!…

“RUH” konusunda konuşmayı yasaklayanlar da, bu Bektaşî babası gibiler…

Olayın neden – nasıl kaynaklandığını; o âyetin kimlere hitap ettiğini insanlardan saklayıp, sadece son kısmını söyleyerek konuyu çarpıtıyorlar. Ayrıca, bu konuda açıklama yapmış zevâtı da suçlayarak, kendi cehaletlerini örtmeye çalışıyorlar.

Kısaca olayı özetleyelim…

Üç Yahudi âlimi aralarında anlaşırlar ve Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ı imtihan amacıyla, ona “RUH” konusu dahil üç soru sormaya karar verirler. Derler ki birbirlerine, “bugüne kadar RUH konusunda hiçbir kimse bilgi vermemiştir. Eğer o konuda açıklama yaparsa, biliriz ki yalancıdır”.

Bundan sonra gelirler ve sorularını sorarlar.

“RUH”un ne olduğunu soran Yahudi âlimlerine şu âyetle cevap gelir ertesi gün:

“Sana o (Yahudi âlimleri) RUH’un ne olduğunu sordular… De ki: (onlara), Ruh Rabbimin emridir. Onlara Ruh ilminden az bir şey verilmiştir”! (17-85)

http://ahmedbaki.com/turkce/kitaplar/ruh/ruh10.htm

Kısaltarak naklettiğim, fakat orijinalini yukarıdaki linkten okuyabileceğiniz bu konuyu dikkatle incelerseniz, “RUH” hakkında az bir bilgi verilmiş olanların, âyetin muhatabı olan Yahudiler olduğunu apaçık görürsünüz…

Nitekim İmamı Gazalî başta olmak üzere pek çok İslam âlimi ve velisi olduğunu düşündüğümüz zevâtın “RUH” konusunda çeşitli açıklamalara daha önce değinmiştik.

Bu arada bazı “şatâhat” sahibi zatlarla ilgili yanlış anlamalara yol açabilecek bir hususa da burada açıklık getirmeye çalışayım..

Kişi varlığın ve kendisinin hakikatini, orijinini sorgulamaya başladığı ilk aşamada, “BEN” – “EGO” – “ENE” merkezli bir düşünce sistemine sahiptir.

“Nefsi Emmâre” yani “emreden bilinç” diye tanımlanan bu kişilik, kendini yalnızca beden yapı olarak kabul ederek, bildiği her şeyin bu “ben”e ait olmasını ister.

“Ben” en iyisini yiyeyim, içeyim, her şey benim olsun!.. Maneviyat mı var, benim olsun… Mertebe mi var, en yükseği benim olsun! “Allah” mı var, ben, O’na en yakın olayım; türünden benliğine yönelik istekler hep düşüncesindedir…

Bu sorgulama ve düşünce içindeyken kişi, öğrendikleri ve yaptığı çalışmalar sonucu oluşan gelişmeyle yavaş yavaş farketmeye başlar ki, “Ben” dediği varlık, gerçekte yalnızca, “O” diye düşündüğü varlığın tasarrufundadır… Tüm varlığını “O”na borçludur. Her an varlığında “O” hükmünü sürdürmektedir. Ve dahi tüm varlıkta her an hükmü yerine gelen “O”dur!.

İşte bu anlayışa gelince, kendini hâlâ, “O”ndan ayrı olarak var sanmaktan dolayı eleştirmeye, yani kendi kendine “levm” etmeye başlar. “Niçin varlıkta mutlak hüküm süren olarak “O”nu bildiğim halde hâlâ karşımdakilerin yaptığını “O”ndan olarak göremeyip, “O”ndan perdeleniyorum” fikri, kendisindeki “şirk” anlayışı (şirki hafî) olarak açığa çıkar!

Bu ve benzeri, çeşitli “ikilik” bakış açılarına sık sık düştüğü için de hep kendine “levm” eder; yani kendini eleştirip üzülür. Bir an gerçeği düşünür; sonra olaylar içinde varlığın ve karşısındakinin hakikatinden perdelenmiş, gaflete düşmüş olarak uzunca bir süre bu süreçte yol alır…

“Levvame” bilinç anlayışının bu gerçek yüzünden söz etmeyen birçokları, meseleyi, çeşitli dinsel tekliflere itaatsizlik dolayısıyla edilen “levm”e bağlayarak çevrelerindekilere anlatmıştır! Bu da, onları, kendilerince bir gerekçeyle oyalamaktan başka bir şey değildir.

Bu süreç, “seyri enfüsî” ve “seyri afaki”yi de içine alan süreçtir. Kimi yollarda önce birincisi, kimi yollarda önce ikincisi yaşatılır kişiye.

Bu konularda geniş bilgi, “KENDİNİ TANI” ve “BİLİNCİN ARINIŞI” isimli kitaplarımda vardır.

Eğer kişinin istidadı ve kabiliyeti müsait ise, bu zorlu süreç ertesinde, artık “ben” dediği varlığın gerçekte hiçbir zaman “var” olmamış (vücud sahibi olmamış) olduğunu farkederek, varlığında açığa çıkanın, gerçekte yalnızca eskiden “O” dediğinin olduğunu hissedip yaşamaya başlar…

Bu durum, o sırada aldığı ilhamlar sonucu meydana gelen bir hissediş ve yaşam şekli olduğu için de, bu anlayış mertebesine “nefsi mülhime” yani “ilhamlarla kendini hakikatini farkeden bilinç” denir. “Mülhime Nefs” anlayışı ile ilgili sohbetimi dinlemenizi öneririm.

İşte söz ettiğim çeşitli “şatâhat” denilen ve hakikatini dillendiren cümleler sarf edenler, bu bilinç düzeyinin sonuçlarını yaşayanlardır.

Bu yaşam “Mi’râc” ile tamamlanır. Ve sonucu “El Velî” isminin anlamının kişinin yaşamını düzenlemesidir.

Bazıları, velâyetin ilk basamağında yaşanan “mi’râc” olayını, işin sonu sanır; oysa daha işin kapısıdır o yaşantı. O kapıdan geçildikten sonra işin hakikati yaşanmaya başlanır Rasûller haricindekiler için.

Bundan sonra zan, beşerî hayal ve tasavvur biter; kozadan çıkılır ve varoluş gerçekleri yaşamına adım atılmış olunur. Rasûl, irsâl olur; bilgi, inzâl olur!.. Rasûller gayzer gibidir; velîler ise artezyen gibi! (AKIL ve İMAN isimli kitabım okunabilir detaylı bilgi için.)

Artık bu mertebede kişide açığa çıkan yaşantı, mutlak istikrarlı bir seyir hâlidir ki, O, Hakk’ın nuru ile algılar (es Semî) her şeyi… O yüzden de bu bilinç “mutmain” olmuş; dolayısıyla her an “RIZA” mertebesiyle yaşamakta olandır…

Burada söz edilen “rıza” da elbette ki genelde anlaşılan, hoş olmayan şeylere dahi rıza göstermek anlamında değildir. Bu yaşayanların bileceği bir hâldir.

Ana konumuz olan “EKBER”iyet sırrı ise, bunların çok ötesindedir. “Ekber”iyet sırrının kişide açılımının sonucu, dâimi haşyettir.

Bunun taklidi sayılacak, “ilm-el yakîn”i, “mülhime” bilinç kavrayışının sonunda olur; tahkiki ise “Mardiyye” bilinç yaşantısıdır!.

“El Velî” isminin işaret ettiği anlamlardan bir anlamın kişinin fıtratına göre açığa çıkışından sonra, korkulacak veya hüzün duyulacak hiçbir şey kalmaz o yaşam algılaması içinde… Ama “Haşyet” kapısı ebeden açıktır!.

Kul, ebeden kuldur, kesinlikle kul, “Allah” olmaz; hangi mertebede olursa olsun; bunun aksi bir anlayış, tümden cehalettir!.. Esasen, mertebeler de… Neyse ileriye gitmeyelim!

Burada farkedilmesi gereken önemli bir incelik de şudur…

“Huşû”nun nedeni, “rububiyet” gerçeği değil; “Ekber”iyet nurlarının kişiye açılmaya başlamasıdır.

Bu durum da kişiyi, “Kahhâr”iyet gerçeği ile yüzleştirir!. Sonuç, “Ahadiyet” sıfatının bilinçte açığa çıkışıdır. Bu mertebenin zâhiri (dışa dönük yönü) “mardiye” bilinci; bâtını (içe dönük yönü – hissedişi) ise “sâfiye” hâlidir” yaşantısı “â’mâ”iyettir!.

Tüm bu olaylar, hep esmâ mertebesinin tecellileridir ki, “Zâti” denen “sıfatlar” dahi, gene bu “esma mertebesi tecellileri” şeklinde açığa çıkar.

Bizim öğrendiklerimize göre olay böyledir.

İşte sözünü ettiğim “şatâhat” sahibi zevât dahi, “nefsi mülhime” mertebesinde hissettiklerinden sonra ileriye geçebilmişse eğer; “velâyet” sırrı yaşamlarında zâhir olmuştur. Elbette görebilene…

Sırası gelmişken ekleme yapayım konuya…

Geçmişteki değerli zâtların, hangi cümleyi veya şiiri hangi aşamada söylediklerine; yazdıklarının sıralamasına çok dikkat etmek, olayın seyrini anlamak ve düşünsel gelişmeleri hakkıyla tespit açısından çok önemlidir.

Bu konuya da böylece kısaca açıklık getirdikten sonra gelelim yazımızın başında değindiğimiz hususa…

İnsanları, Dünya’da et-kemik beden kabul eden; yukarıda tanrı var anlayışıyla zindanda yaşatmaya çalışan deccaliyet düşüncesine karşılık…

Gelelim “Allah” adıyla işâret edilenin “EKBER”iyetine adım adım yönelen bilim dünyasının keşiflerine…

Evrenin ve algıladığımız varlığın derinliklerine inişin seyrini 80’li yıllar ve sonrasında “ÜST MADDE” isimli sesli ve “ALLAH’I TANIYALIM (2)” isimli video sohbetlerimde anlatmıştım. Ayrıca daha sonra yazdığım “TEKİN SEYRİ” kitabında bu konudaki açıklamalarım okunabilir.

Şimdilerde ise, bu olay, İnternette yayılan powersoften videoları türünden çeşitli görüntüler eşliğinde yeniden gündeme oturdu bilimsel düşünmeye çalışanlar katında.

İncelemede önce Dünya üzerinden yükselerek galaksi içinde Dünyanın yerini farkediyoruz… Sonra yüz milyarlarca yıldız ihtiva eden lokal galaksiler topluluğunu seyrediyoruz; ve nihayet milyarlarla galaksi ihtiva eden evrende, bizim birkaç yüz milyar yıldızdan oluşan galaksimizin bir iğne ucu kadar dahi yer kaplamadığını farkediyoruz…

Ve dahi böylece kafamızda yarattığımız “yukarıda bir tanrı var” balonu patlıyor!.. Elbette, bu kabule dayalı tüm öğreti de iflâs ediyor!.

Bu defa otomatikman olayı sorgulamak ve gerçekçi bir şekilde düşünmek zorunda kalıyoruz.

Kimi konularıyla, geldiği çağın toplumunun sorularına cevap veren; kimi yönüyle insanlık yaşadıkça insanlığın sorunlarının cevabını veren; kimi işaretleriyle de bir kısım insanların sonsuza dek soru ve sorunlarına, yaşamına “NUR” olan “KURÂN” isimli gerçek “bilgi kaynağı” acaba bize neleri anlatmak istiyor?

“ALLAHU EKBER” sözü neye işaret etmektedir? Bu tanımlama, acaba hangi gerçeğin dile gelen sözcüğüdür?

“EKBER”iyet nedir; ve dahi “EKBER” olan “ALLAH” adıyla işaret edilen, “tanrılık kavramıyla sınırlanacak” bir ilâh mıdır?

O muhteşem Allah Rasûlü ve son Nebî’sinin bildirdiği akılları zorlayan olay, nasıl olmuştur da, gökte ulu tanrı, yerde postacı peygamber kabulüne oturmuştur?.. Ve dahi olay, topraktan yaratılmış bedenlerin, Dünya’nın buhar olmuş olduğu bir boyutta, yeniden topraktan(?) yaratılarak, tanrının huzuruna gidip, iki kefeli terazide hesap verecekleri bir mahşer yeri anlayışında bloke olmuştur?..

Kurân-ı Kerîmi değerlendirme kapısını açan kod çözücü anlayış şudur…

Risâlet Nuru kaynağından gelen bilgilerde…

Gerek dünya ve gerekse ölüm ötesi yaşam boyutu ile ilgili işâret kelimeleri, o kelimenin, geçmişteki anlamı ile değil; o kelimenin yaşanılmakta olan süreçte ulaşılmış en derin kavramı itibariyle anlaşılmalıdır. Yani, kelimenin 1400 küsur yıl önceki birebir düz manası ile değil.

Uyarının yapıldığı devirdeki anlayış neyse, zorunlu olarak o seviyeden bir kelime kullanılması, anlamın o kelimedeki mânâ ile sınırlı olmasını asla getirmez.

Çünkü, Risâlet Nuru, zaman ve mekân ötesi bir boyuttan, tüm zaman ve mekânları müşahede eden bir kaynaktan gelmektedir.

Demek istediğimizi anlayan için, bu çok çok önemli bir Kurân dekoderidir; ve dahi, O “Bilgi Kaynağı”nın, niçin kıyâmete kadar geçerli olduğunun açıklamasıdır. İşte bu anlayış, bu anahtar Kurân dinamiğidir.

“Toprak” deniyorsa, atomik boyut; “kan pıhtısı”ndan söz ediliyorsa en azından DNA katmanını düşünmek gibi…

Zirâ, topraktan karılarak yaratılmış tek bir insan mevcut değildir Dünya’da!. Dahi toprağı karacak iki elli bir tanrıdan asla söz edilemez!. Hücre yapı dahi, Kurân isimli “Bilgi kaynağı”nda “balçık” benzetmesiyle anlatılmıştır; ihtiva ettiği mineraller ve su dolayısıyla.

İblîs’in, Adem’in yaratılışında kullandığı “tıyn” kelimesi bildiğimiz toprağın hokus pokusla insana dönüşmesini değil, insanın bedeninin, toprakta bulunan mineralleri ihtiva etmesi dolayısıyla, maddeye bağımlı yaşama sürecinde bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Öte yandan iblîs, “ben, ışınsal bedenim itibariyle, atomik yapılı boşluktan oluşmuş bedeni olan insanın bedeni içinde cirit atarım, o da kim oluyormuş ki” demek istemiştir bu olayda! Kendi bakış açısına GÖRE de haklıdır!.

Ne var ki, insan “RUH”u, Allah isimlerinin bir bileşimi olarak, yeryüzünde “halife” olma vasfına sahip tek varlıktır; bu yön itibariyle de “hilafet”ini yaşayanlar, Allah gözüyle (El Basîr) âlemleri seyredip, “Allah” “Ekber”iyetine şahadet ederler!.

Esasen “İNSAN” varlığını toprak’tan değil, “RUH”tan alır!.

İnsan denince de, isimler bileşimi olan RUH (mânâ – özellikler bütünü), bilinç sahibi varlık kastedilir.

Evrende her oluş, kendi zaman kavramına ve boyutuna göre, çok uzun süreçler almıştır.

“SÜNNETULLAH” da sihirbaz değneği yoktur!.

“Mucize”nin anlamı, insanların veri tabanları yetersizliği nedeniyle, oluşumunu anlamakta âciz kaldıkları olay, demektir. “Kerâmet”, kişinin hakikatinden gelen kuvvenin açığa çıkmasıyla gerçekleşen bir olay demektir. İstidrâç dahi böyledir; bir farkla ki, kişi bunu benliğine bağlar hakikatinden bîhaber olduğu için. Çalışan sistem ise aynıdır!.

“KURÂN”, defalarca, akıl sahiplerine hitap edip, “biz misallerle anlattık hâlâ bu misaller üzerine düşünmeyecek misiniz” (İsra-89) dediği halde…

“…efala ta’kılun”?.. (En’am-32) “Niye AKLINIZI kullanmazsınız?”; dediği halde…

Niçin bizler hâlâ, gerek Kurân ve gerekse Hadislerde benzetmelerle anlatılan olayı, kelimelere takılıp, somut ve birebir olarak kabulleniyor, bunların birer işaret olduğunu farkedemiyoruz. Sonra da, birebir somut olaylar sandığımız misal ve sembolleri, akıl ve mantıkla bütünleştiremeyince inkâra gidiyoruz?

Misâl, benzetme veya işâret yollu anlatılanları izah edecek kapasitesi olmayan nakilci-taklit ehli kişiler, o misal, işaret veya benzetmeleri birebir gerçek sanıp; sonra da bunlar akılla anlaşılmaz diyerek, aklı başında insanların kendileri gibi taklitçi anlayışla yaşamalarını istiyorlar!

Akıl sahibi insanların, din konusunda nakledilenleri körü körüne “aman günaha girmeyelim” diyerek kabullenmeleri yerine; olayı kavramak için, derinliğine sorgulamaları gerekmez mi?..

Neyse, konuyu daha fazla yaymayıp kaldığımız yerden devam edelim.

Gözün görme sınırlarına GÖRE, geliştirilmiş cihazlarla görmekteyiz ki…

Bir yanda, yatay, katman içi bakışla uzay ve evren…

Öte yanda da dikey, katmanlar hâlinde, algıladığımız varlığın katmanları!.

Oysa ilk bakışta, sanki kuarktan evrene tek bir dikey algılama yolculuğundaymışız gibi anlatılmaktadır ve görüntülenmektedir olay.

Çeşitli işlevler gören çeşitli organlarımız topluca insan bedenini meydana getirirken…

Bedeni oluşturan organlar ise bir alt katmanda trilyonlarca hücreden oluşmaktadır.

Hücrelerin her biri dahi, içindekileri oluşturan milyarlarca molekülden oluşmaktadır bir alt katman olarak…

Molekülleri meydana getiren atomların bir alt katmanında ise kuarklar okyanusu yeralmaktadır… Bu katman (semâ) itibariyle de evren, bir kuark okyanusudur. Algılayıcısına göre…

Nihayet, bir manâ okyanusu, sonsuz sınırsız bize göre!… Esmâ mertebesi, denmiş… İhtiva ettiği anlamlar ve yaratmadaki amaç itibariyle “ayanı sabite” denmiş… Her an kendindeki manaları kendi seyreden…

Gerçekte, “çok boyutlu tek kare resim” seyri, tek bir tecellî… “State” tabiriyle veya string teorisiyle işaret edilmek istenen Holografik bütünlük!… Ne madde, ne manâ diye nitelendirilebilecek bir anlam okyanusu!… Bir “nokta”!. Zaman boyutunun adı “AN”!… Ama tek bir “AN”!. İkincisi olmayan!.

Bakın Allah Rasûlü muhteşem Zât, 1400 küsur sene önce, bu katmansal değerlendirmeyi nasıl anlatmış mecâz – benzetme yollu:

“Birinci kat semâ ikinci kat semâ içinde çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir. İkinci kat sema ise üçüncü kat semâ içinde, çöldeki bir yüzük halkası gibi kalır… Yedinci kat semaya kadar bu böylece devam eder… Yedi kat semâ ise kürsî içinde bir yüzük halkası gibi kalır çöldeki!”

“Kürsî” ve “semâ” kelimeleriyle işaret edilen katları, afâka göğe, uzaya dönük olarak değil; varlığın orijinine, “nokta”ya doğru katmanlar olarak değerlendirin.

Ayrıca… Daha da ötesi…

Atomik kökenli olarak algılamakta olduğumuz katman olan evrenimiz, acaba, hangi “üstmadde”(?) türü evrenin içindeki, bir alt katman (semâ) olarak kalmaktadır? Bir de bunu sorgulayıp düşünelim!

Bana ulaşanlara göre, yazılarımı okuyanların en zorlandıkları husus, “nokta”daki “esma mertebesinin projeksiyonu” ile oluşan evren içre evrenler yanı sıra; sonsuz sayıda projeksiyonlar oluşturan sayısız “nokta”ların varlığı hususu…

Yazılarımızdan sonra, okuyucularımız arasında genelde yanlış olarak anlaşılan bir husus da, “Allah” isminin “Nokta”ya işaret ettiği” kanâati…

Oysa, hiç bir yaratılmışın havsalasının alamayacağı alan, bundan sonrası…

“Allah âlemlerden Ganî’dir” vurgulaması ve hükmü var!

“Allah” adıyla işaret edilenin algılanabilen hiçbir şey ile kayıtlanamayacağı; yanı sıra…

“NOKTA” ötesi itibariyle de, “Ganî” oluşu zorunlu hükümdür!.

“Nokta”lar sonsuz ve sayısız, “ALLAH” ismiyle işaret edilen ise tüm kavramların ötesinde!

Her biri, evren içre evrenler ihtiva eden sayısız “nokta”lar!.

Nihayet, tüm bunları yaratan, “ALLAH” adıyla işâret edilen!

“EKBER” kelimesi dışında, bu gerçeğe işaret eden başka da isim yok!

“ALLAHU EKBER”!.

Bu gerçeği düşünebilen ve daha da ötesi, hissedebilenin “haşyet” duymaması mümkün mü?

Varlığı, ancak ilimle farkedilen; ama detayına ulaşılması muhal -olanaksız olan “nokta” ötesi realite!. “EKBER” isminin işareti olan anlam!.

“ALLAHU EKBER”!

Nitekim bu duruma Allah Rasûlü secdede okuduğu şu cümlesiyle işaret ediyor;

“La uhsiy senâen aleyke ente kemâ esneyte ala nefsik”

“Senin kendini bilmen gibi benim seni değerlendirmem asla mümkün değildir!”

Acaba, kaç kişi gerçek anlamıyla “Allah” diyebiliyor; “Allahu Ekber” diyebiliyor hayatı boyunca, dediğini derinliğine düşünerek ve hissederek?..

Kaç kişi, kafasında yarattığı sınırlı sorumlu hesaba çekilir tanrısına “Allah” ismini etiketleyip; ona, “benim güzel allahım”, “ulu tanrım en büyüktür” diyerek; Musa (aleyhisselâm)’ın, “tanrısını kucağına yatırıp kafasındaki bitleri ayıklamak isteyen çobanı” gibi bu Dünya’dan geçip gidiyor?

Lütfen bunu ciddî olarak düşünün!